Liberalizmin merkezine yolculuk: Amsterdam!

Bir gün yakın bir arkadaşıma, uzak ülkelere yolumun düştüğünden ama yakın yerlerde görmediğim şehirler olduğundan bahsederken Amsterdam için program yapmaya karar verdik. Hemen bir gezi rehberi alıp incelemeye ve üzerinden program yapmaya başladık.

Seyahat günümüz geldiğinde her şeyimiz hazırdı. “Nerelere gidilecek?” “Mutlaka Görülmesi Gerekenler” listeleri ile uçuğa atlayıp Amsterdam’a doğru yola çıktık.

Amsterdam’a inip daha önceden gayet makul ücrete ayarladığımız otelimize varıp da odalarımıza yerleştikten sonra elimezde kitaplarımız ve haritalarımız ile şehri dolaşmak için kendimizi Amsterdam’ın tarihi sokaklarına attık. Bir sokaktan diğerine girip çıkarken kendimizi Red Light Street’de buluverdik.  Amsterdam’ın simgelerinden biri haline gelen bu ünlü sokak birbirine kesişen dar sokaklardan ve arasından kanal geçen iki tarafında da sex shoplar, gece klüpleri ve coffee shoplar bulunan bir sokak. Bu sokakta esrar dumanları arasında eğlenerek dolaştık bir süre.

Kaldığımız odanın manzarısı Amsterdam’ın simgesi kanallardan birini görüyordu ve önünden izleyip keyif yaptıktan sonra manzaraya dahil olup kanalları gezmek için otelden ayrıldık. Vaperottalardan birine atlayıp şehri güzel kılan sivri çatılı evmlerin arasında kanllarda dolaşmaya başladık. Amsterdam’a özgü bu mimari yapılar şehrin tarihine damga vurmuş.

Otelimiz şehrin en canlı meydanı olan Leidseplein’de yer aldığı için tramvay ile dilediğimiz her yere kolaylıkla gidip gezebiliyorduk. Zaten çok büyük bir şehir olmayan Amsterdam’da dolaşıp küçük kahve molaları vermek insanı inanılmaz mutlu eden ve keyif veren bir şey.

Ertesi günü Dam Meydanı’nı gezerken harıl harıl süren bir çalışma vardı. Kraliçe o gün Hollanda’nın bağımsızlığının yıldönümü için oradaki Özgürlük Anıtı’nı ziyaret ederek, çelenk koyacaktı. Töreni, halkın rahatça izleyebilmesi adına trafik durdurulmuştu. Törenin düzlendiği meydan Amsterdam’ın meşhur Dam Meydanı’ydı. Meydanın en büyük özelliği II. Dünya savaşında ölen Hollandalılar için dikilen anıt ve kraliçenin sarayının yer alıyor olmasıydı. Kraliçe ve kraliyet ailesi o sarayda yaşamıyorlardı ancak saray turistlere ve halka açıktı ve dileyen sarayı gezip görebiliyordu.

Mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de Anne Frank’ın müzesiydi. Burası Yahudi Frank ailesinin İkinci Dünya Savaşı’nda sırasında ele verilene dek iki yıl boyunca saklandıkları evdi. 1957 yılında Anne Frank Stichling vakfı bu evi satın almış. Günlüğünde yazdıklarını yaşatmak için de müze yapmış. İçine girdiğinde insanın insana yaptığı eziyet tokat gibi yüzünüze çarpıyor.

Amsterdam gezimiz sırasında Erasmus’un doğduğu yer olan Gouda şehrini de gezmeyi ihmal etmedik. Hollanda küçük bir ülke olduğu için ulaşım pek zaman almıyor, gün içerisinde farklı şehirlere gezip oraları da gezebiliyorsunuz. Gouda küçük güzel bir şehirdi. Meydanda Belediye Binası, yol kenarlarında da kafe ve restoranlar vardı. Daha sonra Aziz John Kilisesi’ni gezdik. Meşhur Gouda peynirlerinin tadına baktık.

Ertesi gün, otobüse binerek eski bir balıkçı kasabası olan Volendam’a doğru yola çıktık. Oradan da Edam Köyü’ne de geçtik. Sanatçıların gözden uzak inziva yeri olan Volendam, Renoir ve Picasso’nun favorisiymiş. Doğası ve yerleşimi o kadar güzel ve düzenliydi ki hayran kalmamak elde değildi. Deniz kıyısında harika restoran ve kafeler vardı. Buradan Edam köyüne geçtik. Burası da aynı Volendam gibi yeşil, ince kanallarıyla düzenli tuğla evleri ve bahçeleriyle mükemmeldi.

Amsterdam şehri, Avrupa’nın en çok ziyaret edilen yeri olarak anılıyor. Çünkü 18. yüzyıldaki halini hala aynı şekilde koruyor. Ayrıca bu şehirde fuhuş ve afyon, marihuana tüketiminin serbest olmasının liberal bir gelenek olduğunu söylüyorlar. Neo-gotik tarzı binaları, kanalları, kanal evleri, müzeleri, gotik kiliseleri görülmeye değer. Beş gün boyunca çoğu yerini gezdiğimiz Amsterdam ve yakın kasabalarını çok beğendim.

Geziyle ve sevgiyle kalın…
Gezgin
Sema Büyüksıvacı